Hazır klavyenin başına başkalarının farklı bir dilde söylediklerini değil de, kendi fikirlerimi ana dilimde özgürce ifade etmek için geçmişken, uzun zamandır isteyip de farklı öncelikler yüzünden bir türlü elimin varmadığı bir konuda yazmak istiyorum. Çeviri nedir? Bir dilde söylenmek isteneni başka bir dile aktarmak için neden çevirmek fiilini kullanıyoruz?
Önce çevirmek fiilinden başlayalım: çevirmek denince insanın aklına ilk olarak bir şeyi döndürerek hareket ettirmek, yani bir noktadan diğer noktaya getirmek eylemi geliyor. Bu durumda çevirdiğimiz şey her ne ise onun üzerindeki herhangi bir nokta belirli bir mesafe kat ederek konum değiştiriyor. Buradan çeviri mesleğine geçiş yapacak olursak: bu işle iştigal eden kişi, çevirdiği şeyi, bu yazılı, sözlü ya da işaret dilinde ifadeler olabilir, bulunduğu noktadan alıp başka bir noktaya taşır. İşte bu taşınılan mesafe çeviride diller arasındaki mesafeyi ifade eder kanımca. Taşınılan şey, geldiği yeni noktada konum değiştirmiş olsa bile yine kendisi olmalıdır. Dokunulduğunda aynı hissi vermeli, görünüşü, tadı, kokusu aynı olmalı, kısacası doğallığından bir şey kaybetmemelidir. Aksi halde çeviri kokar, okuduğunda insanın kulağını rahatsız eder, içine sinmez, adeta sinirine dokunur.
Diğer yandan, mükemmel çeviri diye bir şey de yoktur. Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır misali, her çevirmenin tarzı farklıdır, kimi bağlaç, kimi devrik cümle sever, kimi yan cümle ve fiilimsilerle cümleyi süsler, kimi kelimelerin en yaygın karşılıklarını kullanmayı, kimi sade, kimi ise ağdalı bir dili tercih eder. Tek bir cümleye bakarak onun doğru çevrilip çevrilmediğini tespit etmek oldukça zordur. O cümle ne tarz bir yazıda ya da konuşmada geçiyor, kime hitap ediyor, kimin tarafından, hangi ortamda söyleniyor? Tüm bunlar cümlenin nasıl çevrilebileceği konusunda ipuçları verir.
Çevirmen çoğu zaman okuduğu kelimenin tam karşılığını yazmakla yorum yapmak arasında tereddütte kalır. Acaba burası ne kadar yoruma açık sorusunu kendine sorar ve verdiği cevaba göre ifade tarzını belirler. Başka bir deyişle tek tip bir çeviri yoktur. Çevirmen, her çeviriye yorumuyla birlikte kendinden bir şeyler katar, ortaya çıkan metin, yaratıcısının yanında onun da bir eseridir artık. Bu nedenle tıpkı bir yazar gibi, defalarca okuyup her seferinde bir kusur bulur çevirisinde. İçine sinene kadar, her defasında bir yerini düzeltip yeniden okur.
Editör için de aynı şey geçerlidir. Hem kaynak, hem de hedef metni okuyup her ikisine de kusurlar bulur. Kaynak metne müdahale edemeyeceği için çevirmenin tarzını bozmadan hedef metni daha şık hale getirmeye çalışır, yani bir bakıma cila atar elindeki esere. Bu yüzden, hem çevirmen, hem de editör tıpkı bir yazar gibi yaratıcı bir güce ihtiyaç duyar çalışırken. Bu güç bazen bir anda geliverir, o anda sayfalarca metin ortaya çıkar, taze, pırıl pırıl, fazla editörlük gerektirmeyecek cinsten. Ama bazen de inat eder, gelmez o yaratıcı güç. Bekle ki gelsin artık. Sosyal medya hesaplarına girmek, uzun zamandır görüşemediğin bir arkadaşını aramak, merak ettiğin bir konuyu internetten araştırmak, vs. vs… İstediğin kadar kafanı dağıt, o kafa toparlanmaz bir türlü. Sonunda pes eder çevirmen, tamam der, bugün bir şey çıkmayacak, ben çıkıyorum. Bilgisayarını kapatır ve çıkar beslenmek üzere dışarı.
Bazen de dalga dalga ilham gelir. Tıpkı elektrik gibi, bir gelir, bir kesilir. Elektrik geldiğinde tüm işlerini bitirmeye çalışan kişiler gibi, tamam der çevirmen, şimdi hallediyorum hepsini. Hele de bildiği, sevdiği bir konu üzerindeyse. Telefonlara cevap vermez- zaten genelde pek cevap vermez- maillerine, kapıya bakmaz, laf atanlarla oralı olmaz, hummalı bir çalışmaya koyulur. Tam da bitirmek üzereyken bir yerde takılır, kalır. Bu yer can alıcı bir noktaysa yandı. Enerji santrallerine yeniden devreye girmeleri için emirler yağdırır, içinde şimşekler çaktırır, gürler. Bu sefer beklemeyecektir, çünkü işveren kafasında boza pişiriyordur. Sonuç mu: bilinmez, bazen jeneratörler devreye girer, bazen de kısa devre yapar…